İlk çağlarda insanlar tarafından birbirleriyle iletişim kurabilmek için kullanılan müzik, zamanla daha farklı görevler edinerek günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. O kadar ki, ilkel insanlar müziğin ritim duygusu üzerindeki tesirini kullanarak topluluk halinde yapılan gündelik işlerinde kullanmışlardır. Daha sonra bazı topluluklar tabiat olaylarından korkup, Yaratıcı’ya müzik ve dans eşliğinde farklı tapınma yolları geliştirmişler ve bu şekilde felaketlerden korunduklarını düşünmüşlerdir.
Türkler için ise “müzik” bundan çok daha fazlasını ifade eder. Çin kaynaklarından öğrendiklerimize göre, Çin Seddi’ni aşan Türk süvarilerinin ellerinde davula benzer çalgı aletleri bile görülmüştür. Yine eski bir Çin seyyahından öğrenildiğine göre, Türkler seyahate çıkarken sazlarını da beraberlerinde götürecek kadar mûsıkîye düşkündür. Öyleyse tabir yerindeyse diyebiliriz ki, at üzerindeyken bile müzikten ayrı kalamayan bir ecdadın torunlarıyız. Bugün (belki de yeterince sahiplenmediğimiz için) Türk müziğinin Bizans, Arap, Acem ve hatta Yunan müziklerinden türediğini iddia edenler vardır. Oysa araştırmalar göstermiştir ki; gerek bu kültürlerin müzikleriyle bizim müziğimizin yapısı, gerek ulaşılan eski kaynaklar, gerekse oluşturulmuş olan klasik eserlerimizin zenginliğinin diğer müzik kültürleriyle ölçülemeyecek derecede zengin olması nedeniyle böyle bir iddia söz konusu bile olamaz.
Türklerin mûsıkîye düşkün olduğundan söz ettik. Bunun başlıca nedenlerinden biri de eski çağlardan beri mûsıkînin tedavi amaçlı kullanılmış olmasıdır. Yüksek tansiyondan kronik ağrılara, depresyondan kansere, migrenden uyuşturucu madde bağımlılığına kadar birçok hastalığın tedavisinde müzik kullanılagelmiştir. Müzikle terapinin eski çağlardan beri uygulanıyor olmasının yanı sıra, Selçuklu ve özellikle Osmanlı döneminde zirve dönemine ulaşmıştır. Sultan II. Bayezid’in akıl hastaları için su sesi ve müzikle tedavi emri verdiği Okumaya devam et “Doktor Mûsıkî”