Merhaba sevgili okuyucu, ben korebe, Dilemma Dergi ekibi olarak hazırladığımız ortak bir çalışma ürünü olan Incendies filmini tanıttığımız yazıyı okuyorsunuz.
Bu bir tanıtım yazısıdır, çok sayıda spoiler içermektedir. Filmi izleme niyetiniz varsa (dram seviyorsanız kaçırmayın, diyoruz) film hakkında bu yazı da dâhil hiçbir şey okumadan önce filmi izlemenizi tavsiye ederim.
Türkçe’ye İçimdeki Yangın adıyla çevrilen, 2010 Kanada yapımı olan bu film, IMDB tarafından dram, gizem, savaş şeklinde sınıflandırılmıştır. IMDB puanı 8.3, uzunluğu 2 saat 10 dakikadır. Yönetmen koltuğunda Denis Villeneuve oturmaktadır. Film, 1988 yılında 21 yaşındayken İsrail tarafından desteklenen bir milis olan Güney Lübnan Ordusu’nda General Antoine Lahad’a suikast girişiminde bulunan Souha Fawaz Bechara’nın hayat hikâyesini konu almaktadır. Her ne kadar filme dair erişebildiğim kaynaklar filmin Souha Bechara’nın hayat öyküsünü anlattığı yönündeyse de, ne kadarının gerçekten yaşanmış, ne kadarının kurgu olduğuyla ilgili bir fikrim yok. Tamamının yaşanmış olma ihtimalini kabullenemediğimi söylemeliyim.
Genel bir girişin ardından yazarlarımızın fikirlerini sizinle paylaşıyorum.
Yazarlarımızdan avaltindag şunları söylüyor:
“Savaşlar hakkında sahip olduğumuz fikirlerin tümünde düşman-dost, zalim-mazlum, kazanan-kaybeden ararız. Incendies filmi bunların tümünün anlamsız olduğunu, savaşın vahşetten başka bir şey içermediğini gözler önüne sermiş.
Savaştan yara almak için taraf olmak gerekmez. Tek mücadelesi evladına kavuşmak olan Nawal Marwan’ın bu mücadelesi, savaş ile akıl almaz bir sonuca ulaşmış. Mazlum ile zalimin bir bedene sığabildiğini izleyiciye çok iyi aktaran filmde, savaşın günahlarına sorumlu ararken buluyorsunuz kendinizi. Günümüzde siyasi ideolojilerin peşinden koşup, savaş çığırtkanlığı yapan insanların izleyip pay çıkarmaları gereken türden bir film olmuş.”
Ahmetalparslan bu konuda şöyle diyor:
“Ortadoğu, Kadın ve Savaş
Filmi izlemeye başladığımda yıllar önce izlediğimi ve filmin ismini unuttuğumu fark ettim. Her ne kadar ismini unutmuş olsam da, filmin arkasında bıraktığı izler hala taze ve canlı. Filmi üç kelimeyle tarif edebiliriz: Ortadoğu, kadın ve savaş. Filmde yaşanan acıyı tarif etmesi için zaten filmin Türkçeye çevrilmiş adı yetiyor: ‘İçimdeki yangın’.
Savaşı Ortadoğu’ya has bir kavrammış gibi anlatıp, oryantalist bir moda girmeye hiç niyetim yok. Sadece savaşın bıraktığı izler ve kadının Ortadoğu geleneksel toplumlarındaki yeri hakkında film üzerinden bir iki yorum yapmak isterim.
Filmde Hristiyan Lübnanlılarla Müslüman olanların arasında bir savaşın ortasında buluyoruz kendimizi. Bir nevi bir kimlik savaşı. Müslümanların yanında sizin için başörtüsü bir kurtuluş sembolü olurken, Hristiyanların yanında sizi bir haç kurtarıyor. Nawal Marwan da bu savaşın ortasında kalmış, tek derdi oğlunu bulmak olan bir anne. Oğlunun yaşadığı yetimhanenin düşmanlar tarafından yakıldığını ve çocukların başka yere götürüldüğünü öğrenince yüzünde okunan tek bir duygu mevcut: İntikam. Ve bu intikam hırsıyla hapiste buluyor kendini Nawal. Kimlik savaşı, demiştik yukarıda. Savaş kimlik için, semboller için değildir hiçbir zaman aslında. Ardında hep bir güç kavgası, bir rantı paylaşma güdüsü yatar. Savaşan menfaatlerdir; dinler, uluslar değil. Bu menfaatlerin paylaşımı uğruna ölür insanlar. Bu menfaatlerin dağılımı arasında bir ömür onu arkasından bir hayalet gibi kovalayacak travmalara maruz kalır insanlar. Rant dağılır, menfaatler biter ve gözü doyar insanoğlunun. O hayalet, bırakmaz o coğrafyayı ve o coğrafyanın insanlarını. Nawal’ı da bu hayalet bir ömür boyu bırakmıyor. Onu bırakmayan sadece savaşın izleri de değil. Bir kadın olarak yaşadığı toplumun gelenekleri onun çocuğundan uzaklaşmasına ve hatta bulunduğu çevrede kötü bir kadın olarak anılmasına sebep oluyor. Bütün bu şartlara rağmen filmin sonuna kadar Nawal’ın her şart altında devasa direnişini gözlemliyoruz. Hapishanede onu herkes ‘72 numaralı şarkı söyleyen kadın’ olarak tanıyor. Ta ki 1+1=1 absürtlüğü onu bir havuzda karşılayana kadar. Bütün bu acılara dayanmış bu güçlü kadın, bu absürtlük karşısında dayanamayıp hayattan bir göçebe gibi ayrılıyor.
1+1=1: Matematik profesörleri bu denklemin kanıtlanabilirliğine karşı çıkıp size birçok örnekle bunu kanıtlayabilirler. Ta ki onlara Ortadoğu’da iki ayrı savaşın mücadelesini vermiş bir kadın olmanın ne demek olduğunu anlatana dek. Matematik susar, asil gerçekler konuşur o zaman.”
Bir diğer yazarımız olan mavimtırak’ın film hakkındaki fikirleri ise şöyle:
“Bir annenin bir süre çocuklarından sakladığı gerçeği, ancak ölümünden sonra gösterebildiğini görebiliyoruz. Çaresizliği çok derinden hissedebildim. Maalesef bunlar olabilecek gerçekler. Film bunları tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Ben izlerken aklıma gelen gerçeği yansıtmaması için sürekli yalvardım. Ta ki o sahnede bir kardeş öbür kardeşine ‘Bir artı bir, bir eder mi?’ diye sorduğunda dank etti beynime. Hala birbirlerine açık açık söyleyemedikleri görülür. Bu sahneden sonra filmi durdurup sindirebilmem biraz zaman aldı. Bir insan nasıl hem baba, hem de kardeş olabilir? Savaşın arka yüzünün bu kadar acımasız olabileceğini tahmin edemezdim.
Film bir savaşın nasıl hayatlar çıkarabildiğini ve hayatların nasıl yok olabileceğini göstermiştir. Bir çocuğu nasıl yetiştirirseniz, öyle bir insan olabileceğini anlamış bulunmaktayım. Bu John Locke’nin ‘İnsan zihni doğduğu an boş bir levha gibidir.’ sözünü desteklemektedir. Bir insan, zihni neyle doldurulursa o şekilde karşımıza çıkar. Birkaç kere izlenebilecek film olduğunu düşünüyorum.”
Yazarımız BK bu konuda şöyle düşünüyor:
“Elimizdeki mevcut filme sıradan savaş öncesi, savaş sırası ve savaş sonrası yaşanan dram olarak bakmaktansa daha geniş çerçeveden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Savaş her yerde, her zaman, her koşulda var. Bu, söylemek acı verse de, insan olmanın gereklerinden sanırım.
Benim bu filme bakmak istediğim ve size bakış açısı olarak önereceğim şekil, insanın toplumda yaşamak için kendisinden verdiği ödünler. Ödün vermekten kastım, sadece fedakârlık değil. İnsanın sadece yaşayabilmek, canlılığını sürdürebilmek adına hayatından vazgeçmesinden bahsediyorum.
‘Doğduğun topraklar kaderindir.’ , ‘Doğduğun aileyi seçemezsin’ denir ya hani, işte yaşayabilmek için hayatından verdiğin ilk ödün orada başlar. Çünkü daha doğduğun saniyede nasıl bir kültürün içindeysen, o şekilde yontulmaya başlarsın. Hatta bazen bulunduğun coğrafya ve kültüre göre henüz doğmamışken annenle birlikte kesilir biletin.
Doğdun diyelim, az önce söylediğim gibi, daha ilk saniyelerden itibaren kaderin çizilmiş olur henüz sen konuşamıyorken. Geleceğin öğretmeni, doktoru, memuru hatta toprakların ağası olarak konur sıfatın. Belki de doğduktan sonra adın bile olmaz, çöp kenarına ölüme terk edilirsin.
Okul çağına geldin diyelim, okula başlarsın, okulda sana öğrenmek isteyip istemediğin sorulmadan bir dolu şeyi zorunlu kılarlar. Peki neden? Eğitim zorunlu olduğu için, eğitimsiz insanların hayatlarının olmayacağı düşünüldüğü için. Bazen de daha adını bile söylemeyi öğrenemeden, okulun varlığından habersiz, çalışmaya başlarsın yaşamını devam ettirebilmek için.
Şanslıysan okul çağın biter. Belki erken biter evlendirilirsin, belki erken biter hayatını kazanmak için bırakırsın, belki erken biter çünkü sana atfedilen yükler fazla gelir, yaşamak istemezsin.
Hadi diyelim meslek sahibi oldun bir şekilde. Sonra ne olacak? Evlenecek misin? Çocuk mu yapacaksın? Çocuk mu büyüteceksin? Bir hayata sahip olmadan sadece döngüyü mü tamamlayacaksın?
Bana soracak olursanız film tam olarak bunu anlatmaya çalışıyor.
Hayat bizi sürüklüyor ve biz de sürükleniyoruz. Her ne kadar istemesek de…”
Numan şöyle düşünüyor:
“Şarkı Söyleyen Kadının Çocukları
Filmleri gündelik hayattan veya belgesellerden ayıran temel şey ‘sıra dışı’ olmalarıdır. Ana hikayesi gerçek bir olaya dayanan, insani yönü ağır basan yapımlarda izleyiciyi çarpmak için belli öğeler ön plana çıkartılır, yani az – çok bir miktar abartılır. İçimdeki Yangın (Incendies) filmi de bu şekilde üretilmiş bir sanat eseri olarak karşımızda duruyor.
Filmin konusu kısaca şöyle: 1970’li yıllarda Lübnan iç savaşı sırasında Lübnanlı bir kadın sevgilisinden hamile kalıyor, sevgilisi ağabeyleri tarafından öldürülüyor. Kadın, çocuğunu namus belasıyla evlatlık veriyor ve radikal gruplara katılıyor. Bir cezaevinde 15 yıl kalıyor, kendisine işkence ve tecavüz ediliyor. Bundan dolayı ikiz bebekleri oluyor. İkizleri ile Kanada’ya kaçıyor. Sonradan öğreniyor ki ona işkence ve tecavüz edip hamile bırakan kişi, zamanında evlatlık verdiği ilk çocuğu. Yani tecavüzcü aslında kendi anasına tecavüz etmiş ve ikiz kardeşlerinin hem abisi hem de babası.
Aylık milli geliri 10.000 doların üzerinde olan, kökleşmiş bir demokraside dünyaya gelme bahtına eren şanslı batılılar için bu türden yapımlar elbette bir anlam ifade ediyor; onları duygusal olarak adeta çarpıyor.
Oysa filmdeki o kurgusal dünyanın gerçeğini yaşayan çocuklar için bu filmin ve filme konu hikayenin çok da bir anlamı yok. Oryantalizm batılıların kendi ürettiği bir kavram; o kurgunun içinde yaşayanlara bir şey ifade etmiyor.
Sinema konusunda az çok mürekkep yalamış Suriyeli-Iraklı-İranlı-Filistinli bir senarist seçilip Incendies filmine benzer bir olay bulup sinemaya aktarması istenilse şöyle bir durum oluşur: Senarist, Incendies filminde olduğu gibi olayı abartmaz; bilakis izleyicinin ruh sağlığı bozulmasın diye daha az acılı, daha az kötülüklerin olduğu şekilde senarize eder. Zira oralar Kabil’in ilk kanı döktüğü topraklar; aynı zamanda zürriyetini de yaydığı topraklar.
TEMEL BİLGİ : Lübnan İç Savaşı, fiilen 1975’te başlayıp 1990 yılında sona ermiştir. Lübnan’da yaklaşık olarak 150.000-230.000 insanın ölümüne neden olmuştur. Yaklaşık 350.000 kişi yaralanmış, bir milyondan fazla insan da ülkesini terk etmiştir. Soğuk Savaş dönemi Lübnan’ı ciddi şekilde etkilemiş, 1958’de başlayan siyasi kriz ancak ABD’nin Beyrut’a çıkarma yapmasıyla sona ermiştir. Savaşın tarafları Müslüman – solcuların ittifakı (Lübnan Ulusal Hareketi) ile Hristiyan kesimdir. Yani bir din çatışması değildir. Savaş boyunca militanların çoğu insan haklarına neredeyse hiç dikkat etmemiş ve bazı tarikatçı savaşlar sivilleri ana hedef hâline getirmiştir. Savaş devam ettikçe militanlar, yapılarını askerlikten çok, suçu meslek edinen mafya stili organizasyonlara dönüştürmüştür.”
Bu filmle ilgili düşüncelerimiz bunlar sevgili okur. Farklı yerlerden baksak da hepimiz, filmin bizi etrafında topladığı birçok insani yön var. Biz bu topraklarda benzeri hikayelere alışığız. Bu aslında coğrafyamızın da hikayesi.
Son olarak sözlerime eklemek istediğim ve metnin hiçbir yerine monte edemediğim bir detayı daha belirtmeliyim. Filmdeki kritik anlara eşlik eden Radiohead şarkıları… Kalbimizin içinden mızraklar geçiren o şarkıları da unutmak olmazdı.
*
İzlemeye korktuğum film. Çok güzel tartışma.