“Yani bir nevi otomatizm… Asrımızın asıl büyük zaafı ve kudreti. İçten içe hazırlanan aydınlık ve düzenli yeni Orta Çağ’ın temeli ve bel kemiği. Haklısınız Hayri Bey… Hayri Bey siz bir dâhisiniz. Öyle bir şey buldunuz ki… Tam çalar saat gibi konuşup susacak insanlar, değil mi? Plâk insan… Harika!” (265)
Kaderin sillesini çokça defa yemiştir Hayri Bey. Hayatı, çoğu zaman nasıl olduğunu anlayamadığı birtakım olaylardan ve bu olaylar neticesinde kendisinin düşüp düşüp kalkmalarından (kalkamamalarından mı demeliydim?) ibarettir ki kitabın esasını da kahramanımızın bu bir türlü tutunamadığı hayatı dolayısıyla yaptığı, dahil olduğu, mecbur kaldığı olaylar silsilesi oluşturur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü… Çılgın bir kafanın içinden fırlayıp çıkan, çılgınlığı ölçüsünde etrafına insan toplayan, yine gerçek dışılığı ölçüsünde kabul görüp, dünyaya yayılan bir fikir. Adeta tanrısı saat, ibadeti ‘mütemadiyen saçmalamak’ olan yeni bir din. Cumhuriyet sonrası bocalamalarının, ne yapacağını bilememe hallerinin halkımızda meydana getirdiği itaatkarlığın, “Yeni ne varsa al.”, “Batılı ne varsa kopyala.” anlayışlarının derinlemesine yorumlandığı bir başyapıt, Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Yeniye sorgusuz sualsiz kapıları açmanın, ‘çağa ayak uydurmak’ başlığı altında iyisini-çürüğünü ayırmadan Batıda ne varsa almanın kaçınılmaz sonu; geçmişimizdeki (sadece geçmiş mi?) dram…
Kitap, Ahmet Hamdi TANPINAR’ın Bütün Eserleri serisi kapsamında Dergâh Yayınları’ndan çıkmış. İlk basımı 1961’de yapılmış. Tamamını kahramanımız Hayri İRDAL’dan dinlediğimiz olayların akışına göre kitap dört bölümden oluşuyor:
1.Büyük Ümitler
2.Küçük Hakikatler
3.Sabaha Doğru
4.Her Mevsimin Bir Sonu Vardır
İlk iki bölümde Hayri Bey’in kişiliğini, hayatını oluşturan temeli okusak da, esas olaylar üçüncü bölümün başında Halit AYARCI’yla tanışmasının ardından gelişiyor. Bu tanışmaya vesile olan Doktor Ramiz, Hayri’nin doktoru ve psikanalizle kafayı bozmuş bir zat. Halit AYARCI ortaya çıktıktan sonra karakterlerin çoğu gibi o da büyük ölçüde geri planda kalıyor. Ayarcı, bahsettiğimiz çılgın kafanın sahibi. Kitap boyunca Hayri’nin sorgulamaktan, anlam verememekten vazgeçmediği bütün fikirler, Ayarcı’nın marjinal zihninin ürünleri. Temeldeyse kendisi, halkımızın, umutlarını yeniye, moderne bağlayan parçası, yüzü. Hayri İRDAL direttikçe, sorguladıkça ona tepki gösteren, onu fazla düşünmekle itham eden zat. Yeniye aşık:
“Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay hâline! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağ duyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın parçasıyız!” (296)
“Demek son derece şahsî! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni… Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur.” (231)
“Asla… Siz tecrübe kelimesinin hakiki mânasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak demek, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir. Bu cins insanlardan bize hiçbir zaman hayır gelmez.” (332)
“Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eskiler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilâkis yolundan alıkor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual. Meselâ bu bahiste en büyük hatanız musikiden, yani mücerret bir fikirden hareket ederek baldınız hanımefendiyi mütalaa etmenizdir. Halbuki baldızınız hanımefendi tarafından işi münakaşa ediniz. Mesele ne kadar değişir. Newton başına düşen elmayı, elma olmak haysiyetiyle mütalaa etseydi belki çürümüş diye atabilirdi. Fakat o böyle yapmadı. Şu elmadan nasıl istifade edebilirim?.. diye kendine sordu. Azamî istifadem ne olabilir?..” (232)
Yaptıklarının doğruluğundan bir an bile şüphe duymuyor. Son derece yüksek bir öz güven. Karşısındaysa, Hayri İRDAL, Ayarcı’nın öz güveni nisbetinde güvensiz, inançsız, hayattan bezmiş:
“Ah Yârabbim, ekmek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın! Hakikatte de böyleydim. Ucunu bucağını bilmediğim, her gün yeni bir parçasıyla karşılaştığım âdeta tefrika halinde bir yalan olmuştum.” (280)
“Bir ayağımı öbürünün üstüne atıyorum ve etrafa kayıtsız kayıtsız bakıyorum. Belki de ben, kendim öyle yaptığımı sanıyorum. Belki de yüzüm karmakarışıktır. Çünkü siz de anladınız ya, o zamanlar ben bütün hayatını sırtında bir kambur gibi gezdiren o biçare insanlardandım.” (216)
“Ah Yârabbim o dakikada karşımda bir ayna bulunmadığına, kendimi doya doya seyredemediğime ne kadar müteessirdim. İlk defa, evet bütün ömrümde ilk defa böyle mühim bir cümle söylemiştim.” (255)
“Odaya girince başımı ellerimin arasına alarak iyice yokladım. Büyükdere’deki meşhur geceden beri bu âdeti edinmiştim. Çünkü bana hep iki elimin üstünde ve ayaklarım havada yürüyorum gibi geliyordu. Etrafımda her şey öyle ters ve tanınmaz bir mantık içindeydi.” (255)
Ayarcı’nın öncülüğünde kuruluyor Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Hemen ardından ayar istasyonları geliyor:
“Ayar istasyonları, saatleri durmuş hanımların ve beylerin saatlerinin ayarlarını düzeltmek için yol üstünde uğrayacakları küçük yerlerdi. Burada genç hanımlar, beylerin, genç ve güzel delikanlılar da hanımların saatlerini küçük ve makbuz mukabili bir ücretle kurup ayarlayacaklardı. Şehrin kibar ve zengin semtlerinde kalabalık caddelerinde açılacak ilk istasyonlardan sonra yavaş yavaş daha derine, mahalle içlerine kadar girecekti. Nitekim ilk iki istasyonumuzu Galatasaray’la Teşvikiye’de açtık.” (263)
Ve Ayarcı’ya göre olmazsa olmaz birimler bunlar. Büyüyor enstitü. Saat Severler Cemiyetleri oluşuyor. Yurtdışına yayılıyor fikir. Uluslararası toplantılar düzenleniyor. Sokakta durdurulup saatlerinin kontrolünün yapılması, geri kalmış saatler karşılığında ceza ödemek, bir süre sonra halk için de normalleşiyor. Halk bir yana, bir süre sonra Hayri bile inanmaya başlıyor yaptığı işe ve enstitüye.
Saat, enstitünün ve dolayısıyla kitabın çekirdeği, özü:
“Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarında ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasî akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler.” (15)
“Eski saatler el işiydiler. Yapanlar da maden işçiliğinden anlıyorlardı. Hülâsa büyük mânada kuyumcuydular. Bu itibarla yaptıkları saatleri çok güzel eserlerle süslerlerdi. Çizgiler, oymalar filânla… Ve bunların en güzel, en ehemmiyetlileri saatlerin iç kapaklarının iç tarafında yani çok defa, ancak saatçilerin açtıkları yerlerde olurdu. Rahmetli Nuri Efendi onun için bunlara ustadan ustaya mektup derdi.” (228)
“İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu.” (259)
Anlatmak için bu kitabı seçmemdeki sebeplerden biri, hepimizce de malumdur, son birkaç yıldır yerli edebiyatımıza ilginin artmış olmasıyla beraber yine de özenli seçimler yapıp, nitelikli eserler okuyan birey sayısının yeterli olamayışı. Tanpınar’ın, sembolik diyebileceğimiz bu anlatımla, toplulumuzun hâlâ daha belki en büyük sorunu olan Batı hayranlığını bu kadar başarılı yansıtması, bu eseri önemli bir noktaya getiriyor. Bazen kalabalıkları, bazense sade bir adamın üzerinden giderek zihinlere hakim olan o ‘yetersizlik’ hissini görüyorsunuz. ‘Hümor’ tabir ettiğimiz kıvrak espri anlayışıyla güldürüyor yüzümüzü. Alayları zevk veriyor.
Araya başka bir şey sokmadan, mümkünse bütün olarak okunmasını tavsiye edeceğim bir kitap Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Sonuna geldiğinizde, çok şey kazanmış olduğunuzu göreceksiniz.
İyi okumalar!
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” üzerine bir yorum